Büyük İskender’in generallerinden I. Seleucus tarafından MÖ 300 yılında kurulan Antakya, kültürel önemi yüzyıllarca devam eden, Doğu Akdeniz’in en önemli antik kentiydi. Önce Helenistik Selevkos İmparatorluğu’nun merkezi, MÖ 64 tarihinden itibaren ise Roma İmparatorluğu’nun eyaleti Suriye’nin başkenti olan Antakya aynı zamanda ilk Hıristiyan topluluğuna da ev sahipliği yapıyordu. Zengin, ılıman bir iklim ve bol tatlı su ile kutsanmış olan Antakya, Asi Nehri kenarında yer alıyordu. Akdeniz’deki limanı Seleucia Pieria’ya sadece bir günlük nehir yolculuğu mesafesinde olan Antakya, İpek Yolu’nun bitiminde bir ticaret merkezi için mükemmel bir konuma sahipti. Antakya, kültürel ve ticari açıdan Akdeniz’i Doğu halklarına bağlayan bir menteşe konumundaydı.
Antakya Sanat Müzesi, Princeton Üniversitesi öncülüğünde 1930’lu yıllarda Antakya’da yapılan kazıların sürükleyici öyküsünün yanı sıra güncel buluntulara da kısa bir bakış sunuyor. Kazılarda çoğu Fransa ve Amerika’ya dağılmış yüzlerce görkemli mozaik panel ortaya çıkarıldı. Sonuçta bu mozaikler bütünü, güzelliği bugün hala ilham veren antik bir şehrin portresi.
İmparatorların uzun süreli ikametleri Antakya’da bir normdu. Şehrin yükselişi, MS dördüncü yüzyılda 500,000 kişilik bir nüfusu kapsayacak şekilde büyüdüğünde doruğa ulaştı. Stadyumlar, tiyatrolar, hanlar ve lüks hamamlar Antakya’da yaşamayı çekici ve heyecanlı kılıyordu. Retorik ve felsefe okullarıyla uyumlu bir kütüphane ve arşivler, Doğu Roma’nın her yerinden çok sayıda ziyaretçinin ilgisini çekti. Sırasıyla bu kurumlar aracılığıyla yerel halk entelektüel gelişmişliğe nasıl değer vereceklerini ve sanatsal duyarlılığı nasıl geliştireceklerini öğreneceklerdi. Genişleyen banliyöler şehrin etrafını kuşatmıştı. Özellikle Antakya’nın banliyösü Defne, pınarları, dereleri ve koruların cennet gibi bir manzarasının ortasında, Roma dünyasının en gösterişli evlerinden bazılarını barındırır. Antik metinlerde Defne, Shangri-La olarak tasvir edilirken, perilerin ve tanrıların meskenlerinin olduğuna inanılan yerdir. Antakyalılar burada en egzantrik ve gösterişli villalarından bazılarını inşa etti ve onları Yunan mitlerinin sayısız mozaik resimleriyle, yüksek erdemlerin kişileştirilmesiyle ve yerel topoğrafyaya yapılan göndermelerle süsledi. Sofistike görsel alegoriler ve hayatın zevklerinin doğrudan kutlanması yoluyla bu mozaikler, onları yaptıranların kültürel bakış açısına dair fikir veriyor.
Antioch was the most dynamically important ancient city of the eastern Mediterranean. Founded by Seleucus I, one of Alexanders the Great’s generals in 300 B.C., its cultural prominence spanned centuries. First a Greek foundation and center of a royal dynasty, then, from 64 B.C. the capital of the Roman province of Syria, Antioch was also home to the first Christian community. Wealthy, and blessed with a temperate climate and abundant fresh water, Antioch was situated on the Orontes River, only a day’s sail to her Mediterranean port of Seleucia Pieria and a perfect location for a trading hub at the end of the Silk Road. Culturally and commercially, Antioch was a hinge linking the Mediterranean with the peoples of the East.
The Antakya Sanat Müzesi (Antioch Museum of Art) offers glimpses of the riveting story of the excavation of Antioch in the 1930s under the leadership of Princeton University as well as recent finds. The excavations revealed hundreds of sumptuous mosaic pavements, most of which were dispersed to France and America. In all, this is a portrait of an ancient city whose beauty still inspires today.
Long sojourns of emperors were the norm in Antioch. The city’s rise to prominence reached its apex in the fourth century C.E. when it grew to encompass a population of 500,000 inhabitants. Stadiums, theaters, inns, and up-scale baths made it desirable and exciting to live in Antioch. A library, archives, in tandem with schools of rhetoric and philosophy attracted throngs of visitors from all over the Roman Orient. By turns, through these institutions the local urbanites would learn how to value intellectual sophistication and develop artistic sensibility. Sprawling suburbs ringed the city. That of Daphne, in particular, amid an idyllic landscape of springs, brooks, and groves, accommodate some of the most lavish and opulent houses of the Roman world. In the ancient texts, Daphne is styled as a Shangri-La and is the place where nymphs and gods were believed to have their abode. Here the Antiochenes built some of their most eccentric and elaborate villas embellishing them with countless tessellated images of Greek myths, personifications of high virtues, and references to the local topography. Through sophisticated visual allegories and downright celebrations of the pleasures of life, these mosaics inform the cultural outlook of their patrons.